Sunday, October 16, 2011

Yolculuk

Esasında…
Tam sırrını bilmediğin bir evrende…
Bir kum tanesi bile sayılamayacağın zamanın bir anında…
Büyük kısmından bihaber olduğun bir dünyada…
Milyarlar milyarlarca hayata tanık olmuş koca bir tarihin kuytu bir deliğinde…
Renklerini asla tam bilemediğin bir ülkenin içinde…
Kendin sandığın ama içinde olan bitene dair bilgin neredeyse sıfır olan bir bedende…
Elinde tutamadığın, seni sürükleyen ve sen daha kendini bilmezken şekillenmiş bir ruhun aleminde…
Her şeye vakıf olduğunu sanarak kasılıyorsun!
Hadi öncekileri bir kalem geçelim.
Çok büyük geliyor.
Lakin…
Kendin zannettiğin sen; şekil olarak bir bedenden müteşekkil iken…
Saçınla, yüzünle, gözünle, tıraşınla, boyanla, giysinle, takınla, filancanla (o da genellikle ancak bir ayna sayesinde) görebildiğin sen, maalesef sen değilsin tamamen.
Bedeninin senden bağımsız hayatı, sen zannettiğin seni de kendine bağımlı kılıyor.
Dünyayı kavradığını sanan sen; kendi bedeninin içinde neler oluyor, bilmiyor yahut bazen çok geç öğreniyorsun.
Yani şöyle diyelim:
Herhangi bir engelin yoksa dahi; hareketlerini, kalkışını, yürüyüşünü, edasını, sesini, cakasını yönettiğini sandığın o bedenin içinde, üç, beş organın yerini dahi doğru dürüst gösteremiyorsun.
Değil ki, onların için için yaşadığı hayatı veya ölmeye yatışını zamanında bilebilmek!
Nasıl kesif bir cehalet!
Ve nasıl bir cüret…
Daha kendi matematiğini, mekaniğini, kendi elektroniğini, organiğini bilemeden, hatta zerre kadar bile bilmeden; böyle bilgiçlik, bilmişlikler taslamak.
İçini için için kemirebilen nice mikroorganizma karşısında bu kadar küçük ve güçsüzken; küçük dağları yarattığını sanmak; bu kibir, bu mağrurluk, bu afra tafra!
Dur daha bitmedi; sen sandığın sana dair koyu cehaletin.
Sadece bedenini, hani sadece dışına elinin değebildiği o su, kan, kas, damar, kemik, deri sentezini bilmemek değil acizliğin.
Kendin sandığın senin daha bebekken edindiği korkularla, yaşadığı travmalarla oluşmuş ruh hali karşısında da ruh gibisin zaten.
İlk korkuların, ilk endişelerin, yediğin ilk darbeler; yani henüz kendini ifade dahi edemediğin, bedenini özgürce hareket dahi ettiremediğin o minicik halinin küçücük zaman diliminde yediğin büyük ama unutulmuş silleler seni sen yaptı…
Hiçbirini hatırlamıyor, bilmiyor, düşünmüyor ve bugün sen zannettiğin sana vurduğu fırça darbelerini de, çekiç darbelerini de sen olarak yaşıyorsun.
Yolculuğun bir özeti şu öyleyse:
Her şeyi bildiğini zannederek, ama kendini bilmeden gidiyorsun.
Şöyle de düşünebilirsin o zaman:
Daha kendini, bedenini, ruhunu bile bilmekten acizsen…
En yakınındakilerin dahi dünyasının içini ve iç dünyasını nasıl tam anlamış olacaksın…
Ve esas…
Evrenin, dünyanın, tarihin, ülkenin, insanın, insanlığın her bilgisine, her hakikatine vakıf olduğunu da nereden çıkarıyorsun.
Sen seni bil sen seni…
Diyeceğim…
Sadece okşayarak, enseni!

Working Class Hero


as soon as you're born they make you feel small
by giving you no time instead of it all
till the pain is so big you feel nothing at all
a working class hero is something to be

they hurt you at home and they hit you at school
they hate you if you're clever and they despise a fool
till you're so fucking crazy you can't follow their rules

when they've tortured and scared you for twenty odd years
then they expect you to pick a career
when you can't really function you're so full of fear

keep you doped with religion and sex and tv
and you think you're so clever and classless and free
but you're still fucking peasants as far as i can see

there's room at the top they are telling you still
but first you must learn how to smile as you kill
if you want to be like the folks on the hill

if you want to be a hero well just follow me

by John Lennon

rosa luxemburg'un mektubundan


ah, sonitschka! burada çok keskin bir acı yaşadım. volta attığım avluya sık sık çuvallarla ya da çoğunluk kan lekeli üniformalar ve gömleklerle yüklü askeri arabalar gelir. eşyalar buraya yığılır, hücrelere dağıtılır, sökükleri dikilir, arabalara yüklenir ve gerisin geri askere yollanır. geçen gün, at yerine mandaların çektiği bir araba geldi. bu hayvanları hiç bu kadar yakından görmemiştim. bizim öküzlerden daha iri ve güçlüler, kafaları basık, boynuzlarının kıvrımı yayvan, kafatasları bizim koyunlarınkini andırıyor; mandalar iri, yumuşacık gözleri olan simsiyah hayvanlar. romanya'dan savaş ganimeti olarak getirilmişler. arabayı süren asker, bu vahşi hayvanları yakalamanın çok güç olduğunu, özgürlüğe alışık oldukları için yük hayvanı olarak işe koşmanınsa daha da güç olduğunu anlattı. 'altta kalanın canı çıksın' sözünü hak edecek biçimde öldüresiye dövülüyorlarmış. sadece breslau'da sayılarının yüz civarında olduğu söyleniyor. romanya'nın bereketli otlaklarına alışmış hayvanlar burada bir tutam sefil samanla besleniyor. acımasızca her türlü yüke koşuluyor ve kısa zamanda telef oluyorlar.
neyse, birkaç gün önce, çuvallarla yüklü bir araba hapishaneye geldi. öylesine tepeleme yüklüydü ki mandalar arabayı giriş kapısının eşiğinden bir türlü geçiremediler. zalim bir kişiliği olan görevli asker, kamçısının kalın yanıyla hayvanları öyle vahşice dövmeye başladı ki ustabaşı dayanamayıp şöyle seslendi: 'şu hayvanlara hiç merhametin yok mu?' asker, 'biz insanlara da kimsenin merhamet ettiği yok!' diye cevap verdi pis bir kahkaha atarak, dönüp hayvanları daha da sert dövmeye devam etti. sonunda hayvanlar çırpınıp arabayı eşikten atlattılar, ama birisi kanıyordu... sonitschka, manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir, düşün artık, derisi yarılmıştı. yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin, hiç kıpırdamadan duruyorlardı ve biri, kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında ve yumuşacık kara gözlerinde ağlayan bir çocuk ifadesiyle önüne bakıyordu. bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış, üstelik nedenini, niçinini anlayamamış, zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen bir çocuğun ifadesiydi. hayvan'ın karşısında duruyordum, bana baktı. gözlerimden yaşlar boşanıyordu. akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı.
insan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında, benim bu sessiz ıstırap karşısında çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.
romanya'nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş. ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi; ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları, çobanların şarkılı çağrıları. buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde; boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü, kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar ve dayak, taze yaradan akan kan... ah! zavallı mandam! benim zavallı canım kardeşim! ikimiz de burada öyle güçsüz, öyle hevessiz duruyoruz; ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.
bu arada mahpuslar arabanın etrafını sarmış ağır çuvalları indirip binaya taşıyordu. askerse iki eli de ceplerinde geniş adımlarla bahçeyi arşınlıyor, yüzünde bir gülümseme, usuldan ıslıkla popüler bir şarkı çalıyordu. ve bütün şanlı savaş gözlerimin önünden geçti... hemen yaz. sonitschka, seni kucaklıyorum. rosa

Ein Brief von Rosa Luxemburg - Briefe aus dem Gefängnis


Ach, Sonitschka, ich habe hier einen scharfen Schmerz erlebt; auf dem Hof, wo ich spaziere, kommen oft Wagen vom Militär, voll bepackt mit Säcken oder alten Soldatenröcken und Hemden, oft mit Blutflecken ..., die werden hier abgeladen, in die Zellen verteilt, geflickt, dann wieder aufgeladen und ans Militär abgeliefert. Neulich kam so ein Wagen, bespannt, statt mit Pferden, mit Büffeln. Ich sah die Tiere zum ersten Mal in der Nähe. Sie sind kräftiger und breiter gebaut als unsere Rinder, mit flachen Köpfen und flach abgebogenen Hörnern, die Schädel also unseren Schafen ähnlicher, ganz schwarz mit großen sanften Augen. Sie stammen aus Rumänien, sind Kriegstrophäen ... die Soldaten, die den Wagen führen, erzählen, daß es sehr mühsam war, diese wilden Tiere zu fangen und noch schwerer, sie, die an die Freiheit gewöhnt waren, zum Lastdienst zu benutzen. Sie wurden furchtbar geprügelt, bis daß für sie das Wort gilt »vae victis« ... An hundert Stück der Tiere sollen in Breslau allein sein; dazu bekommen sie, die an die üppige rumänische Weide gewöhnt waren, elendes und karges Futter. Sie werden schonungslos ausgenutzt, um alle möglichen Lastwagen zu schleppen und gehen dabei rasch zugrunde. – Vor einigen Tagen kam also ein Wagen mit Säcken hereingefahren, die Last war so hoch aufgetürmt, daß die Büffel nicht über die Schwelle bei der Toreinfahrt konnten. Der begleitende Soldat, ein brutaler Kerl, fing an, derart auf die Tiere mit dem dicken Ende des Peitschenstieles loszuschlagen, daß die Aufseherin ihn empört zur Rede stellte, ob er denn kein Mitleid mit den Tieren hätte! »Mit uns Menschen hat auch niemand Mitleid«, antwortete er mit bösem Lächeln und hieb noch kräftiger ein ... Die Tiere zogen schließlich an und kamen über den Berg, aber eins blutete ... Sonitschka, die Büffelhaut ist sprichwörtlich an Dicke und Zähigkeit, und die war zerrissen. Die Tiere standen dann beim Abladen ganz still erschöpft und eins, das, welches blutete, schaute dabei vor sich hin mit einem Ausdruck in dem schwarzen Gesicht und den sanften schwarzen Augen, wie ein verweintes Kind. Es war direkt der Ausdruck eines Kindes, das hart bestraft worden ist und nicht weiß, wofür, weshalb, nicht weiß, wie es der Qual und der rohen Gewalt entgehen soll ... ich stand davor und das Tier blickte mich an, mir rannen die Tränen herunter – es waren seine Tränen, man kann um den liebsten Bruder nicht schmerzlicher zucken, als ich in meiner Ohnmacht um dieses stille Leid zuckte. Wie weit, wie unerreichbar, verloren die freien, saftigen, grünen Weiden Rumäniens! Wie anders schien dort die Sonne, blies der Wind, wie anders waren die schönen Laute der Vögel oder das melodische Rufen der Hirten. Und hier – diese fremde schaurige Stadt, der dumpfe Stall, das ekelerregende, muffige Heu mit faulem Stroh gemischt, die fremden furchtbaren Menschen, und – die Schläge, das Blut, das aus der frischen Wunde rinnt ... O, mein armer Büffel, mein armer, geliebter Bruder, wir stehen hier beide so ohnmächtig und stumpf und sind nur eins in Schmerz, in Ohnmacht, in Sehnsucht. – Derweil tummelten sich die Gefangenen geschäftig um den Wagen, luden die schweren Säcke ab und schleppten sie ins Haus; der Soldat aber steckte beide Hände in die Hosentaschen, spazierte mit großen Schritten über den Hof, lächelte und pfiff leise einen Gassenhauer. Und der ganze herrliche Krieg zog an mir vorbei ...
Schreiben Sie schnell, ich umarme Sie, Sonitschka.
Ihre Rosa.
Sonjuscha, Liebste, seien Sie trotz alledem ruhig und heiter. So ist das Leben und so muß man es nehmen, tapfer, unverzagt und lächelnd – trotz alledem.

Siyasî tavır olarak ‘terbiyesizlik’ - Ümit Kıvanç


Çocuklarımız ve gençlerimiz onlarca yıldır Talim-Terbiye’ye emanet. Bu yüzden terbiyesizlik hepimizin ortak özelliği. Hayır efendim, bıktık demeye hakkınız yok, yine tekrarlayacağım: Türk Millî Eğitimi’nin esas korkunç marifeti, okumuş cahiller yetiştirmek değil, cahil küstahlar yetiştirmektir.
Ne yazık ki bu eğitimden Türk-Kürt hepimiz geçmiş bulunuyoruz.
Günlerdir, haftalardır, PKK’nin marifetleri üzerine veryansın programları izliyoruz. Sözde dindar aslında milliyetçi cenah ortama mal bulmuş gibi daldı. “Hah! Bombalayalım! Dümdüz edelim! Çanlarına ot tıkayalım!” korosu zaten herkesin mâlûmu. Ben nedense, başka bir topluluğa daha çok takılıyorum. Güya üzülmüş gibi yapan, “Ama başka çare kalmadı ki...”lerin arkasına saklanıp dudak sarkıtan, temiz aile çocuğu kıvamındaki insanlar bunlar.
Arasıra, nadiren, bazılarının ağzından, “Canım, devletin de elbette yanlışları oldu” türünden bir laf ya duyuyoruz ya duymuyoruz. Ulan, ne bazı yanlışları, Kürtlere hayatı zindan ettiniz, yetmedi ilave zindanlarda insanları erittiniz bitirdiniz, zulümle tatmin olmadınız, dağlarına yazılar yazıp onurlarını kırmak için özel operasyonlar düzenlediniz. Velhâsıl canlarına okudunuz. Silahı alıp dağa çıktıklarında, siz de silahı alıp sokaklara çıktınız, gün ortasında binlerce kişi öldürdünüz, yetmedi, alıp gece karanlıklarında cansız bedenlerini çukurlara attınız. Faili meçhullerin çocuklarından, haklı bir kine bulanmış, tükenmez bir ordu yarattınız.
Fakat sizi Türk Millî Eğitimi yetiştirdiği için, sadece cahil değil aynı zamanda cahilliğiyle gurur duyan bir toplumun mensubusunuz. Cahil olmasına rağmen her şeyin en doğrusunu bilen, kırk defa deneyip sonuç alamadığı yöntemi kırk birinci defa ortaya sürerken aynı dayama özgüvenle, aynı yaslama bilgiçlikle davranan bir toplumun... Kendi günahlarının bedelini ödemeyi hiçbir zaman aklından geçirmemiş, sadece günahını hatırlatana düşman olmayı bellemiş, kendi günahının adını ağzına almazsa başkalarının da onu unutacağını sanan, unutmasını bekleyen, unutulmadığında kızan köpüren bir toplumun...
Bugün PKK başvurduğu yöntemlerle meşruiyetinin zeminini yitiriyormuş. Harika! Çünkü PKK hep bambaşka yöntemler kullanmıştı, değil mi? Eğer PKK’nin mücadelesinin meşruiyeti yöntemlerine göre değerlendirilecek olsaydı, bu mücadele hiçbir zaman dünyanın gözünde o kadar meşru sayılmazdı. Kaldı ki, karşısında, olabildiğince fazla asker ölsün de memleket çapında topyekûn seferberlik havası yaratılabilsin, böylece faşizan iktidar mekanizması ayakta kalsın diye didinen bir devlet varken, PKK’nin yöntemlerini möntemlerini nasıl ayrı bir mevzu olarak ele alabileceğiz, orası da meçhul.
Bugün Kürt siyaseti, ne istediğini bilmez haliyle, talep öne sürmekten çok tutturma diye tarif edilebilecek tavrıyla, Türk sağcısından geri kalmayan tehditkâr üslûbuyla güvenilir olmaktan çıkıyormuş. Bu da harika! Ordu ve AKP medyalarının bile sağduyusunu, yumuşak tavrını, diyaloğa çağıran üslûbunu öve öve bitiremediği Ahmet Türk’ün burnunu kırdınız. Başbakan aylarca adamın elini sıkmadı. Kürtlerin diyaloğa en açık olabileceği zamanlarda sadece sündürme-süründürme politikası izlediniz. On iki yaşında çocuğun vücudundan on iki kurşun çıktı, koca Türk toplumundan doğru dürüst bir “vah vah” sesi çıkmadı. Ayrıca, Kürt siyaseti her zaman bugünkünden çok farklıydı da şimdi mi bir acayip oldu?
Hepsi bahanedir. Ve büyük terbiyesizliktir. Kürtlere bunca yıl zulmedildi mi kardeşim? Özellikle 1990’larda yapılanlar, ahlâk ve onur kavramlarının normal muamele göreceği herhangi bir ülkede, onlarca devlet görevlisinin yargılanmasını ve çok ağır cezalara çarptırılmasını gerektirir mi? Siz Mehmet Ağar’ı alıp parti başkanı yaptınız. Meclis’lere soktunuz utanmadan.
PKK şöyleymiş böyleymiş. Evet, öyle. Kürt siyaseti bilmemneymiş. Evet öyle. Ee? Bunlar sizin yırtmanızı nasıl sağlıyor acaba? Kürtlerin onlarca yıldır gördüğü zulmün, PKK veya herhangi bir Kürt siyasetçisininbugün ne yaptığıyla ne yapmadığıyla alâkası mı var? Yani siz mazlum Kürt halkına, “E, ne yapalım, sizinkiler böyle yapıyor, biz de döner yine sana vururuz, haklarını da vermeyiz” mi demek istiyorsunuz? Bu, apaçık terbiyesizlik, küstahlık değilse nedir?
Türkiye’deki sorunların yarısının kaynağı, faşizan bir milliyetçi anlayışın, maalesef tabiatı icabı böyle şeylere karşı panzehir üretmesi beklenen din ve sosyalizm dâhil her türlü bünyeye sızmış oluşudur. Öteki yarıyı da bu öğrenilmiş terbiyesizlik tamamlıyor.

manifest from Charlie Chaplin - from the movie 'The Great Dictator'


I'm sorry, I don't want to be an emperor, that's not my business. I don't want to rule or conquer anyone. I should like to help everyone, if possible.
Jew, Gentile, black men, white... We all want to help one another. Human beings are like that. We want to live by each other's happiness, not by each other's misery. We don't want to hate or despise one another.
In this world there's room for everyone and the good earth is rich and can provide for everyone.
The way of life can be free and beautiful, but we have lost the way. Greed has poisoned men's souls, has barricaded the world with hate, has goose-stepped us into misery and bloodshed.
We have developed speed, but we have shut ourselves in. Machinery, that gives us abundance, has left us in want. Our knowledge has made us cynical; our cleverness, hard and unkind. We think too much and feel too little. More than machinery, we need humanity. More than cleverness, we need kindness and gentleness. Without these qualities, life will be violent and all will be lost. The aeroplane and radio have brought us closer together. A very nature of these inventions cries out for the goodness in man, cries out for universal brotherhood, for the unity of us all.
Even now my voice is reaching millions throughout the world, millions of despairing men, women and children, victims of a system that makes men torture and imprison innocent people.
To those who can hear me I say, do not despair! The misery that is now upon us is but the passing of greed, the bitterness of men, who fear the way of human progress.
The hate of men will pass, and dictators'll die, and the power they took from the people will return to the people. And so long as men die, liberty will never perish.
Soldiers! Don't give yourselves to brutes, men who despise you, enslave you, who regiment your lives, tell you what to do, what to think and what to feel,! Who drill you, treat you like cattle and use you as cannon fodder. Don't give yourselves to these unnatural men! Machine men, with machine minds and machine hearts!
You are not machines, you are not cattle, you are men!
You have the love of humanity in your hearts.
You don't hate. Only the unloved hate! Only the unloved and the unnatural!
Soldiers! don't fight for slavery, fight for liberty!
In the seventieth chapter of Saint Luke is written, "The Kingdom of God is within man". Not one man nor a group of men, but in all men. In you!
You, you the people have the power, the power to create machines, the power to create happiness.
You, the people, have the power to make this life free and beautiful, to make this life a wonderful adventure.
Then, in the name of democracy, let us use that power!
Let us all unite, let us fight for a new world, a decent world! A world that will give men a chance to work, that will give you the future and old age security.
By the promise of these things, brutes have risen to power. But they lie! They do not fulfil that promise. They never will! Dictators free themselves, but they enslave the people.
Now let us fight, to fulfill that promise! Let us fight to free the world, to do away with national barriers, to do away with greed, with hate and intolerance.
Let us fight for a world of reason, a world where science and progress will lead to all men's happiness.
Soldiers, in the name of democracy, let us all unite!

Gazete kâğıdı ve zoraki ambulans - Ümit Kıvanç - 10.09.2011


İnternette birkaç belgesel seyrettim. Sri Lankalı bir yönetmenin 8-10 dakikalık filmleri. Biri, ne pahasına olursa olsun çıkarılan bir Tamil gazetesini, öteki, akaryakıt dâhil pek çok hayatî maddenin askerî abluka yüzünden sokulamadığı Tamil bölgesinde insanların araba motorlarını nasıl modifiye ederek icabında hayvansal yağlarla çalışır hale getirdiklerini konu alıyordu. Gazete matbaası kar maskeli adamlarca basılmış, içeride insanlar öldürülmüş, ambargo yüzünden mürekkep kalmamış, kâğıt bitmiş, ama inatçı yayıncı, gazetenin yaşamasını sağlamıştı. Bulabildiği her cins kâğıda gazete basmıştı. Gazete bir gün taba rengi ambalaj kâğıdına basılmış, sekiz sayfa çıkıyordu, bir başka gün, milimetrik kâğıtlara basılmış, mavi zeminli, dört sayfalık bir gazete ulaşıyordu okurların eline. Gazete hayatîydi, çünkü çatışmalarda ölenlerin isimlerini yayımlıyordu. Öteki filmde, ortalıkta dolaşabilen tek arabanın sahibi, kontrol noktalarında durdurulup vurularak yol kenarına atılmayı, “kaybedilmeyi” göze alarak nasıl ambulans hizmeti verdiğini anlatıyordu. “Gece vakti ararlar, ‘karım doğum yapacak’ derler, ben de kadını alır, hastaneye yetiştirmeye çalışırdım” diyordu. Kendi eşi, onu çağırdıklarında haber versin vermesin mi, tereddüt geçirirmiş, çünkü gitti mi dönememesi ihtimali çok güçlüymüş. Adam da dermiş ki: “Burası benim topraklarım. Öleceksem de, iki can kurtarmak için ölmüş olacağım.”

Bir insan topluluğunu kimliği yüzünden farklı muameleye tâbi tutar, ezer, horlar, yaşadığı bölgenin zenginliklerini sömürür ya da orayı kasıtlı olarak geri ve birçok imkândan yoksun bırakırsanız, hakkını aramaya kalktığında hapse atar, işkence yapar, asar keser öldürürseniz, o topluluk isyan eder. Onlar isyan edince onları ezenlerin devleti harekete geçer, yaygın zulümle isyanı bastırmaya çalışır. Böylece yeni isyanlara hayat verecek yeni kuşaklar yetişmesinin temellerini atar. Eğer bu arada devletin dayandığı çoğunluktan zulme karşı ses çıkmazsa, zulüm görenin gözünde çoğunluk zalim devletle özdeşleşir. Ayrıca çoğunluk, kendisinin zaten üstün olduğuna, sözkonusu azınlığın kendi boyunduruğunda yaşamasının “doğal” olduğuna inanıyorsa, zorbalar kendini daha serbest hisseder, zulmün boyutları artar. Gide gide, “Sri Lanka Çözümü” denen noktaya varılır: Ordu, sivildi, gerillaydı dinlemeden bir halkı katletmeye girişir, yeterli gördüğü noktada durur. Ya da başka bir ülkede benzer bir sorun karşısında birileri çıkıp, “Sri Lanka Çözümü”nü öneri olarak ortaya sürerler.
Sıra sıra dizilen gerilla cesetlerinin, kemerlere asılan kesik kulakların, sokak ortasında öldürülen insanların cansız bedenlerinin isyanı bastırmaya yetmeyişi, zorbaları ve onlarla aynı haletiruhiyeyi paylaşan çoğunluğu çileden çıkarır. Bu yüzden, “Sri Lanka” lafını düşüncesizce telaffuz edenin ağzını payını vermek güçleşir.

Hâlbuki “Sri Lanka” lafı edildiğinde akla gelmesi gereken, sadece o alçakça “Çözüm” değildir. O gazetenin basıldığı acayip kâğıtlardır. Acayip yağlarla çalıştırılan araba motorlarıdır. O gazete matbaası basılıp tarandığında ölen arkadaşlarının cesetlerini taşımak zorunda kalan ustalar, çıraklardır. Öldürülenlerin yakınlarıdır. Kadınları doğuma yetiştiren adamın evlatlarıdır. Kocasının dönmesini pencerede, kara habere hazır, bekleyen kadından sonraki kuşaklara geçecek direnç ve öfkedir.

Bu insanlara Tamil Kaplanları’nın ne saçma eylemler yaptığını, ne korkunç cinayetler işlediğini, barışı nasıl baltaladığını anlatmanız o kadar kolay değildir. Bunları anlatabilmeniz için, onlara yaşatılan acıları hissettiğinize dair samimi jestler yapmanız gerekir. Ve sanırım bunlar arasında, sokaklara dökülüp Tamillerin işyerlerini yakıp yıkmak, linç organizasyonları, mevsimlik Tamil işçilerini zar zor kazanabildikleri üç kuruştan etmek, Tamil kökenlilere iş ve ev vermemek yoktur.

Bunca yıl, onca acıdan sonra gele gele yine orayı burayı bombalayınca bir halt olacağını sanma hıyarlığına ulaştık.